LOHUSALIK GEBELİKTEN ZOR MU YOKSA?

 

İnsan hamile olduğunu öğrendiğinde bir heves başlıyor okuyup araştırmaya, keyifli günlükler tutmaya. Ancak gebelik ilerledikçe o ilk heyecan yerini başka bir duyguya bırakmaya başlıyor, en azından benimki tam olarak böyle oldu. İçimde üç adet minik tohum olduğunu bilmek ilk zamanlar heyecan, sonraları ise kaygı vericiydi. 

 

İlk haftalarda gebelik kontrollerine hevesle gidiyor, gelişim takipleriyle ilgili söylenen her şeyi uzun uzun araştırıyordum. Kitaplar ne söylüyorsa merak uyandırıcıydı; o hafta fetüsün kalp atışları başlıyordu, bu hafta dudakları belirginleşiyordu, bebekler ilk zamanlar leblebi kadardı, birkaç hafta sonra ceviz kadar olacaklardı, sonra elma kadar, derken karpuz!! Aman Allahım, sonrası nasıl olacaktı, ortalama boylarda bir kadının karnına onca bebek sığar mıydı? Sığamazsa neler olurdu? Literatürde üçüz gebeliklerin sağlıklı sonlanma oranı neydi? Üç bebeğin de vaktinde ve engelsiz doğması ihtimali neden sadece %5’ti? Şu an bunu bilmenin kime ne faydası vardı? Aksine fazla bilgi artık neşe değil sadece huzursuzluk getirmekteydi. 

 

Bebekler büyümeye başladıktan ve ben çoğul gebelikle ilgili başarısız doğum oranları öğrendikten sonra her günüm korkarak geçti. Karnım ağrısa, çişim gelse bile doğum sancısı sanıyordum. Doktor kontrolüne her gittiğimizde “üç tane kalp atışı var hala değil mi?” diyordum. “Hepsinin gelişimleri aynı mı, gerilik olan yok değil mi?” diye yalvaran bakışlarla soruyordum hep. Sordukça araştırdım, araştırdıkça ağladım ve hırpalandım bu süreçte. Ne zaman tekme atsalar, ‘ya bu sancıysa’ diye o minik tekmeye sevinmek yerine hep şüphe ettim. İnternette çoğul gebelikle ilgili okumadığım sayfa, üye olmadığım forum kalmadı, yerli yabancı kaynak ne varsa bitirdim. Hep umut aradım, çoğul gebelik yaşayan annelere yazdım, telefonlarını istedim, sık sık konuştum, hepsini bıktırdım. Ve ben de bıktım! İyi beslendim, dokuz ay yattım, yüksek konsantrasyonla çabaladım; 28 hafta-29 hafta- 30 hafta- . . . . – 35 hafta, 36 hafta… Erken doğarlarsa diye korktuğum bebekler, şimdi de bir türlü doğmuyorlardı. Ben ve karnım insanlıktan çıkmıştık. O bebekleri taşıyan insan ben değildim adeta, karnım da insan karnı değildi artık! 36. haftadaki son kontrolde doktorum ‘haftaya alıyoruz bebekleri’ dediğinde doğurmuş kadar sevinmiştim, heybetli cüsseme rağmen görünmez bir kuştum ve uçuyordum ultrason cihazının üstünde. 37. haftada sezeryanla aldılar bebekleri, 30 kişilik ameliyathane ekibi, bebeklerin sıra sıra gelmeye başlamasıyla ameliyathanedeki görevlilerin birbirlerine komut vererek arı gibi koşturması, ilk bebeğin ağlama sesi, doğum sonrası üçünü birden koynuma koymaları, o sıra benle beraber ağlayan sağlık ekibi… Ömrüm olduğunca unutmam… O klişe soruyu sordum evet: ‘Parmakları tam mı?’ Kulağıma fısıldadı eşim: ‘Tam evet, tam 60 tane’! :)

 

Buraya kadar yazdıklarım çoğul gebelik maceramın hızlı bir kesitiydi. Bundan sonraki kısım ise, yaşayacağımı hiç aklıma getirmediğim lohusalık hüznü kısmı olacak. Doğum yaptığım sabah her şeyin biteceğini sanmam, esas her şeyin o gün başladığına dair hiçbir fikrimin olmaması ne büyük bir saflıkmış! Doğumun ertesi günü anladım bunu. Hemşire sırayla bebekleri getiriyor, emzirmem için yanıma bırakıyordu. Bebek emmeyi, ben de emzirmeyi bilmiyordum. bebek ağlıyordu, ben ağlıyordum. Nedenini bilmediğim şekilde hemşirelere ve çevremdekilere kızgındım. O sinirle yoğun bakım odasını arayıp: ‘Lütfen gelip bebeği alır mısınız, ağlıyor bu çocuk’ dedim. Telefonu kapatır kapatmaz gülümseyerek geldi hemşire. ‘Uyumak istiyorum, çok yorgunum alır mısınız?’ dedim tekrar. ‘Biraz süt sağalım’ dedi. Ne sütü, şimdi sırası mıydı! Hemşire aklını kaçırmış olmalıydı! Bir ışık yandı zihnimde o an. Doğru diyordu, emzirmem gerekirdi ancak ben bu kısmını hiç düşünmemiştim, bir kez bile emzirme sahnesi hayal etmemiştim o güne kadar. Doğumdu benim hedefim, sağlıklı doğurmaktı, en erken 30 hafta ve 2 kiloyu hedeflemiştim. Hepsi tamam değil miydi, tepemdeki bunca insan benden ne istiyordu? Doktor geldi akşam, ‘birkaç güne taburcu ederiz sizi ve bebekleri’ dedi. Çıkmak istemiyordum, bebeklerle baş başa kalmaktan ölesiye korkuyordum. Hastanede hemşireler muhteşem bakıyorlardı, ben onlar kadar bilmiyordum bu işi. Anlattım, anlamak istemediler :) Üç çocuğu da sarıp sarmalayıp, araç koltuğunda nasıl taşımamız gerektiğine kadar gösterip paketlediler beni! 

 

Tatatataam! Sanırım her şey şimdi başlıyordu ve ben hiç hazır değildim. Eve geldik, peki ben şimdi ne yapacaktım? Gebeliğin bitimini hiç bu şekilde kurgulamamıştım zihnimde; yırtık kotumu giyecektim ben, beyaz V-yaka tişörtümü, uzun kolyelerimi takıp kocamla kahvaltıya gidecektik eski günlerdeki gibi. Allahım ne kotu, ne tişörtü, fil gibiydim, fildim hatta! Yağlı saçlarımın beyazları feci çıkmıştı, süt gelmiyor diye bütün tırnaklarımı bir gecede yemiş, yüzümdeki minik kırmızılıkları yola kopara sivilce haline getirmeyi başarmıştım. Ne kadar çirkindim ve bir o kadar zavallı! 

 

Aralıksız ağlayan üç bebek, etrafımda ‘yardım etme’ sebebiyle bulunan anneanne, babaanne, yakın çevreden oluşan kalabalık bir ekip ve bir de zavallı ben vardık evde! Lohusalıktaki hissim tam olarak buydu, ‘acınası’ hissediyordum kendimi, çaresiz ve kalabalıklar içinde yapayalnız. Gözüm çocuk falan görmüyor, yüzlerce duyguyu bir arada yaşıyordum gün içinde. Bir an ‘kurban olsun annesi onlara’ derken bir an ‘süt falan gelmiyor işte, mamayla büyüsün benimkiler de’ diyerek biberonları fırlatıyordum etrafa. Zihnim karmakarışıktı. Ne kadar duygusuz bir insan olmuştum, belki de anne olmaya layık değildim. Bebeklerin savunmasızlığı ve masumluğu karşısında eziliyor, onlara mutlulukla gülümseyemediğim için kendime daha da kızıyordum. Dünya kötü bir yerdi ve buna rağmen dönmeye devam ediyordu.

 

Eve geldiğim o hafta karar verdim, lohusalık gebelikten zordu. Gebelik umuttu, lohusalık umutsuzluk! Hayallerim vardı benim hamileyken; çocuklarımı sağlıklı şekilde doğuracaktım, kocaman bir aile olacaktık, uzun yemek masasında hep berber yemekler yiyecektik. Oysa ki lohusalık öyle mi, hayalleri yıkan berbat bir yerdi lohusalık. 

 

Herkesin ‘emzir bak, emzirdikçe gelir’ dediği o süt öyle pıt diye gelmiyordu. Hep söylendiği şekilde, öyle duvarlara da fışkırmıyordu. Bebekler çok minik doğdukları için zaten ememiyorlardı ve aç oldukları için üçü birden ağlıyordu. Mama, biberon, emzik ne gerekirse verebilirdik ağızlarına; yeter ki sussunlar ve birazcık uyusunlardı! Kucağıma alır almaz öyle aşka da tutulmamıştım ben herkesin anlattığı gibi, şaşkınlık dışında hiçbir hissim yoktu. İnsanın yıllar içinde çevreden dinleyerek edindiği bu beklenti bile başlı başına bir travma olabilirdi lohusa kadın için. Nasıl anneydim ben; yetersiz miydim daha en başında? Bir taraftan bu soruların yarattığı baskıyla suçluluk duyarken, bir taraftan da bebekler için endişelenmeye devam ediyordum. Görünürde sağlıklılardı ama ya iç organları, örneğin beyinleri, her şey olması gerektiği gibi miydi? Göz temasları nasıldı? Ya ileriki aylarda benimle iletişime geçmezlerseydi? Reflexleri peki, ışığa sese duyarlılıkları iyi miydi? Kaygı topu olmuş, yuvarlanıyordum o bebekten o bebeğe...

 

Ben zihnimin karanlığında böylesine bir mücadele verirken, annemin ve kayınvalidemin her şeyi bana sormasının tek sebebi beni delirtmek istemeleri olmalıydı. Yeryüzündeki herkes kötü niyetliydi, bir tek ben iyi bir insandım! ‘Geçecek’ dediklerinde ve hatta bir de bunu söylerken sarıldıklarında onları roket gibi uzaya fırlatmak istiyordum. Hiçbir şey geçmeyecek ve her gün daha da kötü olacak diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Kırdığım insanlara karşı pişmanlık hissediyor, bu sefer de ben gidip sarılarak gönüllerini almaya çalışıyordum, deli gibi bir şeydim evin içinde. Herkesi şaşkına çevirmiştim, iyi diyorlar olmuyor, kötü diyorlar olmuyordu. Sürekli bağırıyor, pişman oluyor, özür diliyordum. 

 

Etrafımda iyi niyetle yapılan tüm girişimler rahatsız ediciydi; bana neden ev işiyle ilgili soru soruyorlardı? Ben kendime ‘anne sütü - meme ucu kremi - süt sağma pompası’ arasında bir yaşam üçgeni kurmuştum ve orada doyasıya ağlıyordum. Evde ne yemek pişmesi gerektiği beni hiç ilgilendirmiyordu. Ben sadece plastik tabaklarda hızlıca yiyip çöpünü atmak, arta kalan zamanda da bolca hüznümü yaşamak istiyordum. Evin dağınıklığı veya temizliği umurumda değildi. Duşa girmek, çay içebilmek gibi şeyler sadece hayallerimi süsleyen eylemlerdi. Ben duşu süt gelmesi için memeye ılık su tutulan masaj yeri olarak görüyordum artık. Mutfak ise benim için çay-kahve alanı değil; ısırgan otu, lahana yaprağı kaynatılan bir mekandı sadece. Etrafımdaki insanlardan ve yarattıkları emzirme seferberliğinden yorulmuştum. Mümkünse herkes gitsindi, aynı zamanda da kalsındı, çünkü yalnız bakamazdım! Karmakarışıktım. Biliyorum tek doğuran ben değildim, ama çok mutsuzdum.

 

Doğum yapar yapmaz dahil olduğum bu zorlu lohusalık sürecini hakkıyla tamamlamam yaklaşık 8 ayımı aldı. Ne zaman daha iyi hissediyor olacağımı hiç bilmeden ‘belki bugün daha iyi bir gündür’ umuduyla uyandım hep. Öyle de oldu; lohusalık sürecimdeki her yeni gün bir öncekinden daha umut doluydu. Bebekler bana, ben bebeklere alışıyordum ve anneliği öğreniyordum. Bu bağlamda ‘kabulleniş’ çok önemli; çaresiz ve kaygılı hissettiğim bu dönemi atlatmak için bunun bir ‘annelik rolüne alışma dönemi’ olduğunu kabullendim! Bilmediğim yeni bir lisan öğrenmek gibiydi benim için bu süreç; öğrendikçe rahatladım, öğrendikçe o yeni lisanda kendimi ifade edebilir hale geldim ve ‘artık alıştım’ diyebildim bu 8 ayın sonunda.

 

Şimdi geriye dönüp baktığımda bu anlattıklarımı sadece gülümseyerek hatırlıyorum. Bir değişim-dönüşüm serüveni annelik. Kendi hayatını yaşamaya ara vermek gibi ilk zamanlar. Sonra ise bu yeni düzenin aslında hayatın ta kendisi olduğunu kabullenip, tüm ‘rağmenlerine’ rağmen çabalamaya devam etmek hali. 

 

Çok sevgili lohusa anneler, hiçbir duygu sonsuza dek sürmüyor. Hayatta çuvalladığımızı sandığımız tüm sınavlardan güçlenerek çıkıyoruz. Zayıflıklarımız ve göz yaşlarımız ise güçlenmemiz için kıymetli birer hediye...  Hayatın kıymetini bilebilmek dileğiyle… ✨ 

 

Uzm. Psk. Evren Morgül

 


YORUMLAR (0)

Yorum yok. İlk yorum yapan siz olun..

POPULER POST